Mehmed ismini unutturacak derecede bir vasıf olan Fatih sıfatını verdiren âmil, onun fetihle dolu gönül âlemidir. Tarihe baktığımızda bu gönül âleminden mahrum şahısların yaptığı seferler ve kazandığı zahirî zaferler kendilerine hiçbir zaman böyle bir mertebe kazandırmamıştır. Meselâ Atillâ'ya, Cengiz'e ve Hulâgû'ya hiç kimse Fatih dememiştir. Onların yaptıklarına da asla fetih denmemiştir. Onların zaferleri, toprakları kanla sulamaktan ibarettir.
İstanbul'un fethi deyince akla evvelâ fetih ruhu gelir. Zira kılıcın fetihlerdeki payı sadece vasıta olmaktan ibarettir. Asıl fetih, gönüllerde gerçekleşen fetihtir ki, buna fetih ruhu diyoruz. II. Mehmed işte bu ruh ile Fatih unvanını almıştır.
Yani ona Mehmed ismini unutturacak derecede bir vasıf olan Fatih sıfatını verdiren âmil, onun fetihle dolu gönül âlemidir.
Tarihe baktığımızda bu gönül âleminden mahrum şahısların yaptığı seferler ve kazandığı zahirî zaferler kendilerine hiçbir zaman böyle bir mertebe kazandırmamıştır. Meselâ Atillâ'ya, Cengiz'e ve Hulâgû'ya hiç kimse Fatih dememiştir. Onların yaptıklarına da asla fetih denmemiştir. Onların zaferleri, toprakları kanla sulamaktan ibarettir.
Dolayısıyla Fatih Han'ın fethi kadar, hatta bundan daha mühim olarak onun gönül âlemindeki fetih ruhu muhteşem, muazzam ve kıymetlidir.
Bu itibarla Fatih'teki o yüce fetih ruhunda neler görmüyoruz ki!..
Onda öncelikle devrini aşmış bir ilim ve medeniyet hamlesi müşahede ediyoruz. Öyle bir ilim ve medeniyet hamlesi ki, daima yapıcı, imar edici, inşa edici; asla yıkıcı değil. Bunun için de Bizans medeniyetini dahî tahrip etmiyor, yakıp yıkmıyor; bilâkis kendi içinde eritiyor. Neticede bambaşka, kendine mahsus, öz ve muhteşem bir medeniyet teşekkül ettiriyor. Ali Kuşçu ve talebeleri gibi nice ilim adamları Orta Asya'dan ve muhtelif beldelerden İstanbul'a getiriliyor. İstanbul bir ilim merkezi oluyor.
Kurulan vakıflarla da İstanbul, dünyanın maddeten olduğu kadar manen de gözbebeği hâline geliyor.
Tesis edilen hem zahirdeki hem de içerdeki adâlet ise, dış âlemin, yani Müslüman ve Türk olmayanların bile gözlerini kamaştıracak kadar ulvî ve müstesna bir hüviyet taşıyor.
Şöyle ki: "İstanbul'un fethinden sonra Fatih, umumî bir af ilan etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki âlim filozof papaz kimse vardı. Fatih, onlara cezalarının sebebini sordu. Onlar da;
-Biz, Bizans'ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezalet ve sefâhatten dolayı kendisini ikaz ettik. Akıbetinin kötü, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik. O da, bu ikazımıza kızarak bizi zindana attı, dediler.
Bu ifadeler, Fatih'in dikkatini çekti. Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da, ancak bir müddet sonra kanaatlerini bildireceklerini ifade ettiler.
Papazlar, ellerindeki beraatla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara;
-Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın! dedi.
En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlâkî üstünlük sergileyen hâllerini müşahede ettiler.
Bir çarşıya girdiler ki, o esnada ezan okunuyordu. Esnaf, dükkânını kilitlemeden camiye gidiyordu. Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin teminatı altında idi. Namazı, huzur içinde ve âdeta son namazlarını kılıyormuş gibi ikame ediyorlardı.
Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyamet günü Mevlâ'nın huzuruna çıkmak istemiyordu. İstisnasız herkes, Allah rızasını düşünüyor, Allah rızası için konuşuyor, Allah rızası için yaşıyordu. Sultanın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için dua ediyorlardı. Cemiyet, ince ruhlu, rikkat-i kalbiyye sahibi derin insanlarla doluydu.
Papazlar, bu hâlleri görüp şaşkına döndüler. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, mahkemelerde ağır cezalık bir davaya rastlamadılar
Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız