Sayı : 496   **
Ribat Dergisi Aralık 2016

Siyer'i Nebi

Muhammed Emin Yıldırım

Asr-ı Saadet'te Ramazan Nasıl Yaşanırdı ?

  • 07 Mayıs 2019
  • 2217 Görüntülenme
  • 437. Sayı / 2019 Mayıs



Efendimizin (sav)hayatının her karesi ibadet ile örülüdür. Dolayısı ile hayatında var olan her ibadetin Ramazan’da biraz daha arttığına şahit oluyoruz. Sadece Ramazan’a has olarak teravih namazlarının kılındığını, sahur ile o bereketli vakitlerin ihya edildiğini, son on gün de itikaf ile farklı bir havaya girildiğini görmekteyiz. Evrad, ezkar, Kur’an okuma, hayır ve hasenatın artması ve insanların bunlara teşviki de çok fazlalaştığını söylemiştik.

 

Hayber sonrası Medine maddi anlamda biraz rahata erişince Peygamber ve Sahabe evleri de biraz rahata kavuştu. Ama asla israf edercesine bir Ramazan sofrası kurulmadı. Su ve hurma ile açılan iftarlar, bir iki kap yemekle devam etti. Sayılı günlerde ise o hanelere et girdi. Bu konuda Efendimizin genel bir uyarısı vardı, o uyarı Ramazan’da da korundu. Neydi o uyarı: “Midenizi yemekle doldurmayın. Üçte biri hava, üçte biri su, üçte biri ise yemek olsun!” Efendimiz (sav)bu ilkeyi Ramazan’da da korudu, Sahabe’ye de korumaları konusunda teşviklerde bulundu.

 

Üzülerek belirtelim ki, bu çağın insanları olarak her şeyi eğlenceye çevirdiğimiz gibi Ramazan’ı da eğlenceye çeviriyor, ibadetin heyecanı ve neşesini, magazinleştirerek farklı ve menfi noktalara çekiyoruz. İnsanları ibadete, camiye, cemaate alıştıracağımız yerde, sokağa, caddeye, etkinlik alanlarına alıştırıyoruz. İçini boşatarak bir Ramazan takdimi yapıyoruz. 30 gün, 30 gece boyunca, konserlerle, eğlencelerle ve anlamsız şeylerle zamanı geçiriyoruz. Burada şu ayrımı kesin olarak yapmak lazım: Ramazan heyecanına evet, ama Ramazan eğlencesine hayır…

 

 

Vahyin ilk muhatapları olan Sahabe neslinin hayatlarının her tablosu, bizler için çok önemlidir. Çünkü onlar bizlerin Müslümanlığımızın aynalarıdır. Biz ideal mümin duruşunun nasıl olması gerektiğini ancak onların hayatlarına bakarak öğrenebiliriz. İşte aramızdaki bu önemli bağdan dolayı o bahtiyarlar topluluğu bizlerin kökleri, her zaman ve mekânın yegâne rehberleridirler.

Kur’an’ın doğrudan muhatapları olan o ayrıcalıklı nesil, vahyin hayatları dirilten tüm mesajlarını ilk kez duyanlar ve bu mesajları ilk kez hayatlarında uygulayanlardı. Kur’an ile çok canlı ilişkileri olan o nesil her gün: “Bugün Allah bize ne söyleyecek?” heyecanı ile yaşıyorlardı. İşte bu heyecanı en üst düzeyde yaşadıkları bir zaman dilimi olan Hicretin 2. yılında, Ramazan ayının tamamının oruçlu geçirilmesi emrine muhatap oldular. Nübüvvetin geride kalan 15 yılından sonra böyle bir emre muhatap olan Sahabe nesli, büyük bir coşku ve heyecan ile öteden beri kutsal saydıkları bu aya, daha da önem vermeye başladılar. Bu bahtiyarlar topluluğunun muallimi olan Efendimiz (sav)oruçla birlikte birçok güzel ibadeti de bu güzide neslin gündemine taşıdı. Önce Ramazan gecelerinin ziyneti teravih namazları ile tanıştılar. Allah Resulü (sav)birkaç gece mescidde kıldığı bu namazları, ümmetinden bazılarının farz gibi algılamamaları için evine taşımasına rağmen, sahabe oruçla birlikte öğrendiği teravih namazlarını hiçbir zaman gündeminden düşürmemiş, Hz. Ömer ile birlikte de yeniden cemaatle eda etmeye başlamışlardı. Oruç ve Ramazan gecelerinin ziyneti olan teravih namazları, Medine’de ki bu ilk neslin büyük bir coşku ve heyecan ile ihya etmeye çalıştıkları bir ibadete dönüşmüştü.

Oruç ve teravih namazlarının yanında sahabe nesli Bakara Suresi’nin 185.ayetinden Ramazan’ı on bir aya sultan eden en önemli sebebin ne olduğunu öğrenmişlerdi. Bu sebep, ayetinde açıkça belirttiği gibi Kur’an’ın bu ayda nazil olmaya başlamasıydı. Yani bu ay vahyin doğum ayı idi. Öyle ise bu ay Kur’an’ın şanına yakışır bir biçimde ihya edilmeliydi. Sahabe nesli bunu bildikleri için, bu ay bol bol Kur’an okur, onun ayetleri üzerinde tefekkür eder; “Rabbim bana ne diyor? Ne demek istiyor? Neleri benden istiyor?” sorularına cevaplar bulmaya çalışırlardı. Bizim mukabele dediğimiz, ama sadece yüzünden okuduğumuz Kur’an’ı, onlar yüzünden okumakla kalmaz birde o ayetler üzerinde anlama, kavrama ve yaşama maksadı ile ciddi bir zihni çaba verirlerdi. Allah’ın ne dediğini Kur’an’ın lafızları ve manasının içerisinde, ne demek istediğini ise maksat da ararlardı.

Ramazanın bu coşku ve heyecanı son on güne girince zirvelere taşınırdı. Çünkü son on gün Hira günleri; yani itikâf günleriydi. O günler beşerin melekleşme yolunda yürümeye başladığı günlerdi. O günler, içerisinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’nin aranması gereken günlerdi. O günler, Allah ile kurbiyetin/yakınlığın en üst düzeyde tesis edilmesi gereken günlerdi. İtikâf ile Allah’ın zimmeti altına giren o güzide nesle, muallimleri olan Efendimiz (sav)bir şeyi daha öğretiyordu; o da Fıtır sadakasıydı. Bu sadaka, zekâttan ayrı olarak her fıtrat sahibinin Allah adına ve O’nun namına vermeyi öğrenmesi ve toplum içerisindeki sosyal dayanışmayı daha da güçlendirmesi için yerine getirilmesi istenilen bir yükümlülüktü.

O ilk nesil, bu bereketli ayın sonunda birde ödülün olduğunu öğrenecek ve ilk kez bayram yapmanın heyecanını yaşayacaklardı. Artık bayramla da Ramazan’ı yolcu etmenin hüznünü biraz olsun giderecek ve bir sonraki Ramazan’a kadar, elde edilen güzellikleri muhafaza etme gayreti göstereceklerdi.

Efendimizin (sav)Ramazan’a nasıl bir anlam yüklediğini şu tablo üzerinden anlayabiliriz.

Taberani’nin el-Mu’cemü’l Kebir, adlı hadis kitabında aktarıldığına göre, sahabe diyor ki: “Efendimiz (sav)Mescid’inde hutbe vermek için minberine çıkıyordu. Baktık ki her basamak da birazca duruyor ve yüksek ses ile “amin” diyerek diğer basamağa çıkıyordu. Üç kez böyle yaparak minbere çıktı, hutbesini verdi ve aşağı indi. Biz hemen yanına koştuk. İlk kez Efendimizden gördüğümüz bu eylemin hikmetini öğrenmek istedik, dedik ki: Ya Rasullulah neden bugün minbere çıkarken böyle davrandınız? Dedi ki: Bugün minbere çıkarken Cibril bana eşlik etti. Birinci basamakta geldi ve bana dedi ki: Ana ve babası yada onlardan biri yanında ihtiyarlar da o adam bu fırsatı iyi değerlendirmez, onlara iyi davranıp mağfireti kazanacağı yerde onlara kötü davranırsa o adama yazıklar olsun, Allah o adamın burnunu yere sürtsün.Bende bu söze amin dedim. İkinci basamakta da geldi ve dedi ki: Bir yerde senin adın anıldığı halde sana saygı göstermeyen salât ve selam ile sana bağlılığını dile getirmeyen adamın Allah burnunu yere sürtsün. Bende yine amin dedim. Üçüncü basamakta da geldi ve dedi ki: Ramazan ayına varmış, ama bu ayı hakkıyla idrak edememiş, mağfiret ve tövbe imkânını kullanamamış adamın Allah burnunu yere sürtsün. Bende buna da amin dedim.”

Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız

437. Sayı Mayıs 2019