Sayı : 496   **
Ribat Dergisi Aralık 2016

Editörden

Ribat Dergisi Editör

Merhaba Değerli Okurlarımız

  • 03 Mart 2017
  • 2366 Görüntülenme
  • 411. Sayı / 2017 Mart

Merhabalar Değerli Okurlarımız:

 

Efendimizin yetiştirmiş olduğu birinci nesilden sonra evrensel bir dine inanan ve onun getirdiği evrensel sorumluluk ilkesiyle hareket eden, sevinç ve hüzünlerini paylaşan bir ümmet olamadık. Emeviler’den Osmanlı’ya gelinceye kadar İslam’ın evrenselliği nimeti miras olarak kabul edilmiş ama maalesef bu nimetin şükrü olan evrensel sorumluluk tam olarak anlaşılmamış ve gereği yerine getirilememiştir. Fransız İhtilaliyle birlikte İslam ümmetine bulaşan milliyetçilik virüsü ilk tahribatı tek bir ümmet olma bilincimiz üzerinde yapmıştır. Bu tahribat ümmetin her bir ferdini o kadar derinden etkilemiştir ki adeta kalıtsal bir nitelik kazanmış ve nesilden nesile aktarılmıştır. Çağımız Müslümanlarının duygu, düşünce, vizyon ve eylem dünyalarını bu virüsten tam olarak temizlediklerini söylememiz mümkün değildir. Milliyetçilik virüsü İslam ümmetini adeta bir kanser hastalığı gibi sinsi bir şekilde sarıyor. Bu hastalığa yakalanan kardeşlerimiz hastalıklarını kabul etmedikleri için teşhis ve tedaviyi de kabul etmiyorlar. Bu hastalık yaşanmakta olan zulümlere ortak bir tepki koyamayışımızın en önemli sebeplerinden biridir. Dikkatimizi çeken bir başka tehlikeli virüs ise, Hz. Ali Efendimiz döneminde ortaya çıkan ve ondan sonra bir türlü tedavi edilemeyen mezhepçilik hastalığıdır. İslam dünyasında yaşanan son olaylar, mezhepçilik virüsünün Müslüman şahsiyetlerin tasavvurunda ne onulmaz yaralar açtığını bir kez daha ortaya koydu. Ümmetin fertleri farklı mezheplerden olan kardeşlerini düşman bilmeye devam ediyor. Birbirimizi öldürmeyi cennete girme vesilesi sayacak kadar birbirimize düşman olduk. Aynı Allah’a, aynı peygambere inanan, aynı Kâbe’ye yönelen ve Allah tarafından kardeş ilan edilen insanlar aynı şeylere sevinip aynı şeylere üzülemiyorlar.

Milliyetçilik ve mezhepçilik ümmetin parçalanan coğrafyası gibi kalplerimizi, gönüllerimizi ve akıllarımızı da parçaladı. Parçalanan coğrafyaların arasındaki sınırları kaldırabilirsiniz ama parçalanan yürekleri bir araya getirmek o kadar zor ki.

Yaşamış olduğumuz bütün acılara rağmen imanımızın gereği olarak umudumuzu yaşatıyoruz. Bir gün, önce yüreklerimizde ardından da coğrafyalarımızdaki sınırları kaldıracağız. Ümmet olduğumuzun farkına varacağız ve sosyal tevhidimiz olan vahdeti sağlayacağız. Ümmet içinde bulunmuş olduğu tefrikadan kurtulmak ve vahdete ulaşabilmek için İcma ve İctihad’a muhtaç. İcma ve İctihad ümmetin selamete ulaşmasının adeta altın anahtarı. İcma ve İctihadın terk edilmesi İslam’ın evrenselliğine ihanettir. Çünkü İslam, İcma ve İctihad ile tüm zaman ve mekanlara sesini ulaştırabilir. İcma ve İctihad’ın terk edilmesi ümmeti tarih sahnesinde nesneleştirdi. Ümmetin yeniden tarihe yön veren bir özne haline gelmesi de İcma ve İctihad’ın hak ettiği değeri görmesine ve işlerlik kazanmasına bağlıdır.

Konunun önemine binaen bu sayımızda sizlerin huzuruna “İcma ve İctihad” dosyasıyla çıkıyoruz.

Adil Akkoyunlu Hocamız, Efendimizin ashabını ictihada teşvik ettiğine fakat bu hususta hiç kimsenin kafasına göre tavır takınmaması gerektiğine dikkatlerimizi çekiyor: “Herkesin kendisini ehil / yetkili görüp “Bana göre şöyle… Bana göre böyle…” deyip dini hüküm vermesi doğru olmaz. Bazı kimseler nedense başka alanlarda değil de; özellikle din ve tıp söz konusu olunca; bilsin - bilmesin kendisini en üstün bilgin sanıyor ve ehline bile konuşma fırsatı vermeden hükümler koyuyor. Herkes haddini bilerek konuşmalı ve yazmalıdır. Edep sınırını aşmamalıdır.”

Mustafa Çelik Hocamız, İslam’ın ictihadsız, Müslümanların da müctehidsiz olamayacağına vurgu yaparak içhihad ve müçtehidin ümmet için önemini ortaya koyuyor ve ictihad edecek müçtehidin taşıması gereken özellikleri sıralıyor: “İçtihad, vahiy tarlasından meyve devşirmektir. Doğruya ulaşmak için çaba ve gayret göstermektir. İçtihadın kapısını kapamak, İslamî hükümlerin uygulanmasının önünü tıkayıp, Müslümanları çözümsüzlük yüzünden başka milletlerin hukuk ilkelerine yöneltmektir. Ya da İslam’ı hayata uygulamayı zorlaştırmaktır.”

M. Emin Yıldırım Hocamız, Evlerimizin Darü’l-Erkam, Sofralarımızın Suffa Olmasının ümmet için önemini dile getiriyor. Darü’l-Erkam özelliğine sahip evin ve Suffa olabilmiş sofranın yetiştirmiş olduğu neslin özelliklerini ifade ediyor: “Darü’l-Erkam olmaya aday evlerin azıkları; Kur’an’dır, ilimdir, irfandır, hikmettir, seccadedir, gözyaşıdır, merhamettir, sevgidir… Bu ev inşa olmayı ve inşa etmeyi düşünür. Bu evin sakinleri boş işlerin değil, ulvi işlerin sevdalılarıdır. Bunun için bu evin sakinleri kavga etmeye dahi fırsatları olmayanlardır. Hal böyle olunca elbette ki, böyle bir evden bu çağın Mus’abları, Hamzaları, Alileri, Ebû Dücaneleri, Nesibeleri, Sümeyraları, Aişeleri yetişecektir.”

Bütün yazarlarımıza en kalbi şükranlarımızı arz eder, siz değerli okurlarımızı dergimizi “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (Alak, 96/1) emrinin şuur ve bilinciyle okumaya davet ederiz.

411. Sayı Mart 2017